

Metalurji ve malzeme bilimi alanındaki kapsamlı deneyimim, uzmanlığımın ve kararlılığımın bir yansımasıdır. Yıllar içinde biriken bu tecrübe, malzemelerin davranışlarını anlamaktan sürdürülebilir ve yenilikçi teknolojiler geliştirmeye kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Disiplinler arası bakış açısı ve üretme tutkusu sayesinde hem akademiye hem de gerçek dünyaya değer katan çözümler üretmeyi hedefliyorum
Çalışmalarımı güçlü bir bağımsızlık duygusuyla yürütüyor, kendi inisiyatifimle projeleri başlatıp ilerletebiliyorum. Akademik yolculuğum boyunca edindiğim disiplin, merak ve sorumluluk bilinci, araştırmalarımı hem verimli hem de yaratıcı kılmaktadır. Kendi kendine yetebilme becerim, hem bilimsel çalışmalarda hem de yeni fikirlerin hayata geçirilmesinde en önemli gücüm olmuştur.
Araştırma ve projelerin her aşamasında aktif rol almayı önemsiyorum. Ekip çalışmasında işbirliği ve uyum ortamı oluşturarak ortak hedeflere ulaşmayı kolaylaştırıyorum. Hem bilimsel hem de uygulamalı çalışmalarımda aktif katılımım, projelere değer katmamı ve yenilikçi çözümler üretmemi sağlıyor.
Lisans mezuniyetimden hemen sonra araştırma görevlisi olarak akademik hayata adım attım. Bu süreçte birçok bitirme projesine danışmanlık yaptım, öğrenci deneylerini yürüttüm ve çeşitli ortak çalışmalarda aktif rol aldım. Hem eğitim hem de araştırmada edindiğim bu tecrübeler, işbirliği ve rehberlik becerilerimi güçlendirdi.
Metalurji ve Malzeme Mühendisliği doktora çalışmalarımda, nadir toprak elementlerinin üretimi üzerine odaklandım. Daha çok hesaplamalı yöntemlerle çalışsam da, deneysel tarafta da güçlü bir altyapıya sahibim. Hesaplamalı modelleme ile deneysel doğrulamayı birleştirerek, güvenilir ve yenilikçi sonuçlar üretmeyi hedefliyorum.
Malzeme Mühendisliği yüksek lisans tez çalışmamda, atmosferik plazma sprey kaplamaların mikroyapı özelliklerini yüzey pürüzlülüğünden tahmin eden bir yapay sinir ağı modeli geliştirdim. Böylece hem deneysel malzeme bilgimi hem de yapay zeka tabanlı modelleme yetkinliğimi pekiştirdim.
Metalurji ve Malzeme Mühendisliği lisans eğitimimi 3.27 not ortalamasıyla bölüm 5.’si olarak tamamladım. Bitirme projemde “eksternal fiksatör tasarımı” üzerine çalışarak, mühendislik bilgimi tıbbi uygulamalarla birleştirdim. Bu süreç, disiplinler arası yaklaşımımı güçlendiren ilk önemli deneyimim oldu.

Düşünün ki yerin derinliklerinde gizlenmiş küçük bir cevher taneciğisiniz. ⛏️ İçinizde, geleceğin teknolojilerini mümkün kılacak Nadir Toprak Elementleri (NTE’ler) var: belki Neodimyum, belki de Praseodimyum.
Yıllarca kayaların arasında sessizce kaldıktan sonra, bir gün madenciler tarafından yeryüzüne çıkarılıyorsunuz. Ama yolculuğunuz daha yeni başlıyor…
Siz, diğer minerallerle birlikte bir çözeltinin içine giriyorsunuz. Burada amaç, içinizdeki değerli metalleri ortaya çıkarmak. Ancak sorun şu ki: Neodimyum ve Praseodimyum birbirine çok benzer ve onları birbirinden ayırmak hiç de kolay değildir. 🤔
İşte bu noktada solvent ekstraksiyon (SX) yöntemi devreye girer.
Laboratuvar teknisyenleri, organik çözücülerden oluşan özel bir sıvı ekler: D2EHPA (Di-2-etilheksilfosforik asit).
Düşük derişimde çözücü, metal iyonlarına 3:1 oranında bağlanır.
Daha yüksek derişimlerde ise bu bağlar 6:1’e kadar çıkar.
Yani sizin için adeta bir elek görevi görür; doğru konsantrasyon seçilerek hangi elementin çözücüye geçeceği belirlenir. ⚖️
Peki bu ayrım ne kadar verimli?
Deneylerde dağılım oranı (D) ve ayrım faktörü (β) ölçülür.
Ardından McCabe–Thiele diyagramları çizilir. Bu diyagramlar sayesinde, sürecin sanayi ölçeğinde nasıl işleyeceği öngörülür.
Böylece laboratuvardaki küçük şişelerden, devasa tesislere uzanan bir köprü kurulmuş olur. 🏭
Ama araştırmacılar bununla yetinmez. İşin içine kuantum kimyasal modelleme (ORCA) girer. Bilgisayar simülasyonlarıyla, moleküllerin birbirine nasıl bağlandığı, hangi komplekslerin daha kararlı olduğu ortaya çıkar.
Siz artık sadece bir cevher taneciği değil, atomik ölçekte çözümlenen bir bilimsel sır haline gelirsiniz. ✨
Sonraki aşamada FTIR spektroskopisi ile çözücü ve metal arasındaki bağlar adeta fotoğraflanır.
Elde edilen log–log eğrileri de bu sonuçları destekler. Yani hem deney, hem hesaplama, hem de spektroskopi aynı noktada buluşur.
Bu yolculuğunuz yalnızca bir laboratuvar hikâyesi değildir. Sizden elde edilen bilgiler, sürdürülebilir ve çevre dostu süreçlerin gelişmesine katkı sağlar.
Daha az atık ♻️
Daha verimli ayırma ⚙️
Temiz enerjiye giden yolda daha güvenli bir hammadde tedariki 🔋🌍
✨ Sonuç: Bir cevher taneciğinin yolculuğu, bilim insanlarının ellerinde, modern dünyanın vazgeçilmez teknolojilerine dönüşür. Bu hikâye, hem bilimsel merakın hem de insanlığın geleceğe dair umutlarının bir parçasıdır.
📝 Bu çalışma, doktora araştırmalarım kapsamında yürütülmekte olup; deney, modelleme ve spektroskopiyi bir araya getirerek NTE’lerin ayrıştırılmasına dair yeni yollar açmayı hedeflemektedir.

Dijital çağın kalbi, elimizdeki telefonlardan 🚀 elektrikli araçlara 🚗🔋 kadar uzanan geniş bir yelpazede kullanılan lityum-iyon pillerdir. Ancak bu piller ömürlerini tamamladıklarında büyük bir sorun oluşturur: atık ve kritik metal kaybı. İşte tam da bu noktada, Ni–Co–Mn (Nikel, Kobalt, Manganez) geri kazanımı devreye giriyor. ♻️
1️⃣ Neden Ni–Co–Mn Önemli?
Nikel (Ni): Yüksek enerji yoğunluğu sağlar ⚡
Kobalt (Co): Pilin güvenliği ve kararlılığında kritik 🛡️
Manganez (Mn): Daha düşük maliyetle dengeleyici rol oynar ⚖️
👉 Bu üç element birlikte NCM katodunu oluşturur, yani modern Li-ion pillerin en stratejik bileşenidir.
2️⃣ Sorun: Atık Piller ve Kritik Hammadde Açığı
Dünya çapında milyonlarca ton Li-ion pil her yıl atığa dönüşüyor. 🌍
Bu pillerin içinde kalan değerli metallerin geri kazanılmaması, hem ekonomik kayıp hem de çevresel risk anlamına geliyor.
3️⃣ Çözüm: Solvent Ekstraksiyon (SX) Yöntemi
Önce piller hidrometalurjik yöntemlerle çözündürülür. 🧪
Ortaya çıkan çözeltide Ni–Co–Mn iyonları bulunur.
Organik çözücüler (örn. D2EHPA, Cyanex serileri) ile metal iyonları seçici olarak ayrılır.
Bu sayede Co, Ni ve Mn birbirinden saflaştırılarak tekrar kullanılabilir hale gelir.
4️⃣ Araştırmamızda Neler Yaptık?
Dağılım oranları (D) ve ayrım faktörleri (β) hesaplandı. 📊
pH, A/O oranı ve ekstraktant konsantrasyonu gibi parametreler optimize edildi.
McCabe–Thiele diyagramları ile endüstriyel ölçekli simülasyon yapıldı.
Gerektiğinde ORCA ile moleküler modelleme ve FTIR spektroskopisi ile mekanizmalar incelendi. 🔍
5️⃣ Sürdürülebilirlik Boyutu 🌱
Bu yöntemle kritik metallerin geri kazanımı, döngüsel ekonomi için kilit rol oynuyor.
Yeni maden açmaya gerek kalmadan, mevcut kaynakların yeniden değerlendirilmesi sağlanıyor.
Aynı zamanda pil atıklarının çevreye vereceği zarar da önlenmiş oluyor.
✨ Sonuç: Ni–Co–Mn geri kazanımı, yalnızca bilimsel bir araştırma değil, aynı zamanda geleceğin enerji güvenliği ve sürdürülebilirliği için hayati bir adım.
📝 Bu çalışma, atık pillerin değerli bir kaynak olarak yeniden değerlendirilmesini sağlayan, hem akademik hem de endüstriyel açıdan büyük öneme sahip bir projedir.

Elektronik cihazların hızla geliştiği bir çağdayız. 🚀 İşlemciler daha güçlü, bataryalar daha yoğun, güç elektroniği daha karmaşık hale geliyor. Ancak bu gelişmelerin önünde görünmeyen bir engel var: ısı. Fazla ısınan bir elektronik bileşen, performansını yitiriyor, ömrü kısalıyor hatta cihazın tamamen arızalanmasına neden olabiliyor. İşte bu kritik noktada ThermaBee doğdu. 🌡️✨
Bilgisayar işlemcileri 🖥️, elektrikli araç bataryaları 🚗🔋 ve yenilenebilir enerji sistemleri ⚡ hepsi yoğun ısı üretir.
Bu ısının hızlı ve güvenilir şekilde uzaklaştırılması gerekir. Aksi takdirde sistem kararlılığını kaybeder.
Çözüm: Termal Arayüz Malzemeleri (TIMs) → ısıyı kaynak ile soğutucu arasından etkin bir şekilde taşır.
Araştırmalarım sırasında fark ettim ki piyasadaki termal macunlar genellikle yüksek fiyatlı, düşük çevresel sürdürülebilirliğe sahip ve belirli koşullarda performans kaybeden ürünlerdi.
TÜBİTAK’ın genç araştırmacılara sunduğu desteklerle 🏅 bu fikri bir projeye dönüştürdüm.
Proje sonucunda sadece akademik bir başarı değil, aynı zamanda bir spin-off şirket kurma fırsatı da doğdu. ThermaBee böylece bir araştırma projesinden ticarileşmeye giden yolculuğa başladı. 🐝
Matris Malzemesi: Polimer esaslı bir yapı seçildi.
Dolgu Malzemeleri: Yüksek termal iletkenliğe sahip partiküller (ör. metal oksitler, karbon türevleri) kullanıldı.
Optimize Edilen Özellikler:
🔥 Termal iletkenlik (ısıyı hızlı taşımak)
⚖️ Viskozite (sürülmesi kolay ama akmayan kıvam)
⏳ Kararlılık (zamanla performans düşmemesi)
Termal iletkenlik ölçümleri özel cihazlarla yapıldı. 📊
Yüksek sıcaklık döngü testleri ile malzemenin ömrü ve dayanıklılığı incelendi.
Referans ticari ürünlerle kıyaslandığında, ThermaBee’nin rekabetçi ve yenilikçi bir performans sunduğu görüldü. ✅
Bilgisayar işlemcileri ve GPU’lar 🎮💻
Elektrikli araç bataryaları ve güç elektroniği 🚗🔋⚡
LED aydınlatma sistemleri 💡
Yenilenebilir enerji santrallerinde güç dönüştürücüler ☀️🌬️
ThermaBee sadece bir laboratuvar ürünü olmadı. TÜBİTAK’tan alınan ödül, yatırımcılarla görüşmeler ve girişimcilik ekosisteminden alınan desteklerle bir şirketleşme süreci başladı.
Bu yolculuk, bir araştırma fikrinin gerçek dünya sorunlarını çözen, ekonomik değere dönüşen bir ürüne evrilebileceğinin somut kanıtı oldu.
✨ Sonuç: ThermaBee, ısının yönetiminde yeni bir soluk getirerek hem akademik dünyada hem de sanayide yer bulmayı başardı.
📝 Bu proje, bilimsel araştırmalarımın girişimciliğe açılan kapısı oldu ve ilerleyen dönemde daha çevreci, daha verimli termal çözümler geliştirmek için çalışmalar devam ediyor.
Li-ion Pillerden Ni–Co–Mn Geri Kazanımı
ThermaBee
Bir Cevher Taneciğinin Yolculuğu: Nadir Toprak Elementleri ve Solvent Ekstraksiyon
Atmosferik plazma sprey kaplamalar ve yüzey mühendisliği konularında kapsamlı deneyime sahibim. Kaplamaların mikroyapısal özelliklerini, yüzey pürüzlülüğü ve yapay zekâ tabanlı modeller aracılığıyla değerlendirebiliyorum. Hem deneysel hem de analitik düzeyde kaplamaların performansını yorumlama ve geliştirme konusunda yetkinim.
Nadir toprak elementlerinin üretimi ve ayrıştırılması üzerine uzmanlaştım. Özellikle solvent ekstraksiyon, çöktürme ve saflaştırma süreçlerinde hem laboratuvar deneyleri hem de hesaplamalı modelleme kullanarak çözümler üretiyorum. Teoriyi pratikle birleştirme becerim, süreç optimizasyonunda güçlü bir avantaj sağlıyor.
Hesaplamalı kimya ve malzeme modelleme yazılımlarında (ORCA, VASP, CASTEP, Psi4 vb.) deneyimliyim. Deneysel sonuçları doğrulamak ve süreçleri öngörmek için yoğun şekilde modelleme ve simülasyon kullanıyorum. Bu sayede, deneysel yükü azaltarak daha hızlı ve verimli araştırma çıktıları elde edebiliyorum.
Python, MATLAB ve Excel VBA üzerinde kodlama becerilerim var. Özellikle deneysel ve hesaplamalı verilerin işlenmesi, görselleştirilmesi ve yapay zekâ tabanlı modellerin geliştirilmesi alanında kodlama yapıyorum. Bilimsel problemlere pratik dijital çözümler üretmeyi seviyorum.
Lisansüstü araştırmalarım boyunca birçok bitirme projesine danışmanlık yaptım, öğrenci deneylerini yönettim ve ortak çalışmalarda aktif rol aldım. Proje planlama, işbirliği kurma ve sonuçları etkin şekilde raporlama konularında güçlü bir tecrübem var.
Atmosferik plazma sprey kaplamalar ve yüzey mühendisliği konularında kapsamlı deneyime sahibim. Kaplamaların mikroyapısal özelliklerini, yüzey pürüzlülüğü ve yapay zekâ tabanlı modeller aracılığıyla değerlendirebiliyorum. Hem deneysel hem de analitik düzeyde kaplamaların performansını yorumlama ve geliştirme konusunda yetkinim.
Nadir toprak elementlerinin üretimi ve ayrıştırılması üzerine uzmanlaştım. Özellikle solvent ekstraksiyon, çöktürme ve saflaştırma süreçlerinde hem laboratuvar deneyleri hem de hesaplamalı modelleme kullanarak çözümler üretiyorum. Teoriyi pratikle birleştirme becerim, süreç optimizasyonunda güçlü bir avantaj sağlıyor.
Hesaplamalı kimya ve malzeme modelleme yazılımlarında (ORCA, VASP, CASTEP, Psi4 vb.) deneyimliyim. Deneysel sonuçları doğrulamak ve süreçleri öngörmek için yoğun şekilde modelleme ve simülasyon kullanıyorum. Bu sayede, deneysel yükü azaltarak daha hızlı ve verimli araştırma çıktıları elde edebiliyorum.
Python, MATLAB ve Excel VBA üzerinde kodlama becerilerim var. Özellikle deneysel ve hesaplamalı verilerin işlenmesi, görselleştirilmesi ve yapay zekâ tabanlı modellerin geliştirilmesi alanında kodlama yapıyorum. Bilimsel problemlere pratik dijital çözümler üretmeyi seviyorum.
Lisansüstü araştırmalarım boyunca birçok bitirme projesine danışmanlık yaptım, öğrenci deneylerini yönettim ve ortak çalışmalarda aktif rol aldım. Proje planlama, işbirliği kurma ve sonuçları etkin şekilde raporlama konularında güçlü bir tecrübem var.
Lithium-ion batteries (LiBs) are utilized in numerous applications due to advancements in technology, and the recovery of end-of-life (EoL) LiBs is imperative for environmental and economic reasons. Pyrometallurgical and hydrometallurgical methods have been used in the recovery of metals such as Li, Co, and Ni in the EoL LiBs. Hydrometallurgical methods, which have been demonstrated to exhibit higher recovery efficiency and reduced energy consumption, have garnered increased attention in recent research. Inorganic acids, including HCl, HNO3, and H2SO4, as well as organic acids such as acetic acid and citric acid, are employed in the hydrometallurgical recovery of these metals. It is imperative to acknowledge the environmental hazards posed by these acids. Consequently, solvometallurgical processes, which involve the use of organic solvents with minimal or no water, are gaining increasing attention as alternative or complementary techniques to conventional hydrometallurgical processes. In the context of solvent systems that have been examined for a range of solvometallurgical methods, deep eutectic solvents (DESs) have garnered particular interest due to their low toxicity, biodegradable nature, tunable properties, and efficient metal recovery potential. In this study, the leaching process of black mass containing graphite, LCO, NMC, and LMO was carried out in a short time using the ternary DES system. The ternary DES system consists of choline chloride (ChCl), glycolic acid (GLY), and ascorbic acid (AA). As a result of the leaching process of cathode powders in the black mass without any pre-enrichment process, Li, Co, Ni, and Mn elements passed into solution with an efficiency of over 95% at 60 °C and within 1 h. Moreover, the kinetics of the leaching process was investigated, and Density Functional Theory (DFT) calculations were used to explain the leaching mechanism.

İlk bilgisayarım 1998 yılında evimize gelmişti. Kocaman bir monitör, ağır bir kasa ve toplu, gürültülü bir mouse ile hayatımıza girmişti. O dönem için bilgisayara sahip olmak çok büyük bir ayrıcalıktı. Sabit diskim sadece 8 GB, RAM’im ise 128 MB’tı. Bugün geldiğimiz noktada 32 GB RAM bile yetersiz gelebiliyor.
Bilgisayarla erken yaşta tanışmam, teknolojiyi yakından takip etmeme vesile oldu. Bir noktadan sonra sadece kullanıcı olmak bana yetmedi; kendi programlarımı yazmak istedim. O dönemde programlama öğrenmek bugünkü kadar kolay değildi. Kaynaklar sınırlıydı, internet henüz bu kadar yaygın değildi. Bu nedenle özel bir kursa yazıldım ve C# öğrenmeye başladım.
İlk tecrübemde fark ettiğim şey, teori ile pratik arasında ciddi bir fark olduğuydu. Matematiksel düşünme kabiliyeti çok işime yarıyordu. Bir mühendis adayı olarak “gerçek dünyayı” kodlarla simüle edebilmenin büyüsünü fark ettim.
Ancak lisans döneminde derslerin yoğunluğu ve uzmanlaşma çabaları nedeniyle programlama ile yeterince ilgilenemedim. Buna rağmen programlama mantığını, algoritma kurmayı ve bilgisayarların nasıl çalıştığını kavramış olmam, kullandığım yazılımları çok daha iyi anlamamı sağladı.
Yüksek lisans dönemimde yapay zeka (YZ) bugünkü kadar yaygın değildi. Yine de bu alanın gelecekte neler başarabileceğini hissediyordum. Tezimde yapay zeka kullanmaya karar verdim ve yapay sinir ağları (Neural Networks) ile bir model geliştirmeye çalıştım. Bu süreçte Python ile tanıştım. Zaten ara sıra bu dile bakıyordum ama her yapay zeka kütüphanesinin bir Python modülü olduğunu görünce bu dilin gelecekte vazgeçilmez olacağını anladım. Python’a başladığımda Python 3 henüz yeni çıkmıştı ve forumlarda “Python 2.7 mi, Python 3 mü?” tartışmaları dönüyordu. Ben de ilk kodlarımı 2.7’de yazdım. Sonrasında Python 3 standardı oturdu ve 2.7 tarih oldu.
Doktora döneminde yeniden programlama, modelleme ve simülasyon üzerine eğildim. Python ekosistemi inanılmaz gelişmişti, yapay zeka ise bambaşka bir seviyeye ulaşmıştı. Önceleri uzman sistemlerin yaptığı işleri yapay zeka devraldı, ardından ChatGPT gibi “general AI” araçları hayatımıza girdi.
Tam yeni diller öğrenmek çok kolaylaştı derken yapay zekanın küçük projeleri baştan sona yazabildiğini gördük. İnsanlar, “Artık programlama öldü, junior developer kavramı tarihe karışacak” demeye başladı. Bu söylemler, programlamaya yeni başlayanlarda motivasyon kaybına yol açtı.
Bir yandan “clean code” yazmanın önemi vurgulanırken, diğer yandan “vibe coding” gibi yaklaşımlar ortaya çıktı: Prompt yazarak ciddi projeler geliştirmek mümkün hale geldi. Bu da şu soruyu tekrar tekrar gündeme taşıdı: “Yapay zeka çağında programlama öğrenmeye gerçekten gerek var mı?” Özellikle teknik altyapısı olmayan kişiler “No Code” akımına atladı.
Ben bu soruya iki farklı açıdan yaklaşıyorum:
Herkesin aklına gelen klasik projeler –örneğin “To-Do List” uygulamaları– için programlama gerçekten “hasta adam” konumuna düşmüş olabilir. Bu tarz basit projeleri yapay zeka çok kolay şekilde oluşturabiliyor.
Ancak teknik kodlama yapanlar –yani yaptıkları işi geliştirmek için programlama kullananlar– için programlama hala kritik bir beceri. Üstelik önemi giderek artıyor.
Teknik kodlamadan kastım; araştırma alanınızı, mühendislik probleminizi veya kendi uzmanlık sahalarınızı yazılımla desteklemek. Bu noktada Python’ın gücü devreye giriyor. Çünkü:
Evet, yapay zeka burada da size yardımcı olabilir. Ancak genel kodlamada olduğu kadar başarılı değil. Kullandığınız modülün sürümünü yanlış verebilir ya da “halüsinasyon” görebilir. İşte burada kendi temel bilginiz devreye giriyor. Temelleri bilirseniz, yapay zekayı daha iyi yönlendirebilir ve verimli bir işbirliği kurabilirsiniz.
Yapay zeka çağında programlama “ölmedi.” Aksine, doğru kullananlar için çok daha güçlü bir araç haline geldi. Yapay zeka size hız ve kolaylık sağlarken, temel programlama bilgisi sizi her zaman bir adım öne taşıyor.
Kısacası, programlama öğrenmek hala gerekli. Sadece “hangi dili öğrenmeliyim?” sorusunu değil, “alanıma uygun hangi araç ve kütüphaneleri öğrenmeliyim?” sorusunu da sormak gerekiyor.
Eğer araştırmacıysanız, mühendisseniz ya da kendi alanınızda derinleşmek istiyorsanız; Python başta olmak üzere temel bir programlama bilgisine mutlaka sahip olun. Yapay zeka sizin yanınızda güçlü bir dost olacaktır.

Doktora yaparken motivasyonu sürekli kılmak her zaman kolay olmuyor. Çalışmaların niş bir alanda olması ve paylaşım alanlarının kısıtlılığı nedeniyle, motivasyonun çoğunlukla içsel olarak sağlanması gerekiyor. Ancak hepimiz insanız ve dışsal motivasyona da ihtiyaç duyuyoruz. Bunu kabul etmemiz önemli. Bizi her zaman alkışlayan insanlar olmayabilir, fakat zaman zaman şimdiye kadar katettiğimiz yolun bize hatırlatılması gerekir. Bu hatırlatmayı genellikle akademideki birkaç yakın arkadaş yapar. Benzer süreçlerden geçtikleri için sizi anlayabilir, hak verebilir ve içinizi dökmenizi sağlayabilirler. Ancak onların da akademik başarıları sizinle benzer düzeyde olduğundan, toplumdaki konumunuzu anlamada ve bunun motivasyonunu sağlamada sınırlı kalabilirler.
Akademi dışındaki kişilerle konuşmak, görüşmek ve fikir alışverişinde bulunmak ise kimsenin sağlayamayacağı bir dış motivasyon sunabilir. Bu sayede kendinizi daha dinç, üretken ve zinde hissedersiniz. Burada kastettiğim kişiler, çocukluk arkadaşlarınız değil; yaptığınız işin önemini anlayabilen, alanınızla ilgili uzmanlığa sahip kişiler. İşte kongreler ve konferanslar temelde bu nedenle var. Örneğin benim alanım Metalurji ve Malzeme Mühendisliği. Alan çok geniş, fakat üzerinde çalıştığım konuları bilen kişi sayısı elliyi bile bulmuyor. Aynı durum iş arkadaşlarım için de geçerli. Kongre ve konferanslarda aslında belli bir zeminde ortaklaşan ama belirli noktalarda farklılaşan kişilerin bir araya gelmesi, çalışmalarını paylaşması ve takdir görmesi sağlanıyor. Kısacası, yaptığımız işleri “Bak, ben bunu yapabiliyorum.” diyebilmek için konferanslara katılıyoruz. Bu da bize belirli dönemlerde ciddi bir motivasyon sağlıyor.
Dış motivasyon arkadaş çevresi ve konferanslardan belli ölçüde gelse de benim için en önemlisi sektörle ilişkiler kurabilmek. Bu, yaptığınız projeler veya danışmanlıklarla mümkün olabilir. Daha önce sektörle hiç temas etmemiş biri içinse çok değerli fırsatlar sunar. Bu noktada fuarlar öne çıkıyor. Kimi çevrelerce modası geçmiş görülse de durum öyle değil. Hala birçok sektör fuar alanlarında bir araya geliyor ve en önemli networking ortamı buralarda oluşuyor. Alanınız ne olursa olsun – ister sosyal bilimler, ister mühendislik, ister temel bilimler – mutlaka ilgilenebileceğiniz bir fuar vardır. Kendi alanımdan örnek verecek olursam: Metal Expo, ALUS, Kalite, Yüzey İşlemleri, Analiz Cihazları, Temiz Oda Sistemleri gibi birçok fuar bulunuyor. Bazılarında aynı zamanda konferans programları da yer alıyor.
Fuar ziyaretlerinde önemli stantlara uğrayıp bir üniversiteden geldiğinizi söylediğinizde genellikle iki farklı yaklaşımla karşılaşırsınız. Birincisi, sizinle göstermelik ilgilenen firmalar. Bu şirketler, hedef büyümesini gerçekleştiremeyen, satış odaklı ve inovatif yaklaşımı olmayan işletmelerdir. Diğer tarafta ise gerçekten inovatif bakış açısına sahip, üniversite-sanayi işbirliğinin değerini kavramış firmalar vardır. Bu firmalar hiç de az değil. Onların stantlarını ziyaret ettiğinizde hem sizinle ilgileniyorlar hem de sizden dinledikleriyle farklı bakış açıları kazanabiliyorlar. İşte en büyük dış motivasyon bence bu noktada sağlanıyor. Yaptığınız çalışmaların sektörde karşılık bulduğunu görmek sizi soyut formüllerden çıkarıp somut sonuçlara ulaştırıyor. Özellikle mühendislikte bir ürünün gerçek halini görmek, ona dokunmak ya da işleyişini izlemek bile büyük bir motivasyon kaynağı. Ayrıca üniversite-sanayi işbirliklerinin temelleri de çoğunlukla bu temaslarda atılıyor. Bir işbirliği yapmak zorunda değilsiniz; yalnızca alanınızdaki endüstriyel gelişmeleri görmek bile motive edici olabilir.
Sektörünüzdeki fuarları takip etmek ve ziyaretçi olarak katılmak, sektörle ilişki kurmak açısından çok kıymetlidir. Sadece akademik çerçevede kalmayıp, reel hayatta yaptıklarımızın karşılıklarını görmek için bulunmaz bir fırsattır. Siz de mutlaka alanınızla ilgili fuarları takip edin ve sektörle ilişki kurun.

Bazen doktora yapmayı, acaba psikolojik ya da psikiyatrik bir sorun mu diye düşünüyorum. Düşünün; hiç işiniz gücünüz yok, dünyanın %99,99’unun haberi olmadığı bir problem üzerine, çok daha az insanın ilgilendiği bir çözüm üretmek için 20’li ve 30’lu yaşlarınızı harcıyorsunuz. Borderline ve OKB’ye yakın bir durum gibi geliyor bana. Bir problemin çözümüne bıkmadan, usanmadan yıllar boyunca uğraşıyorsunuz. Birçok iniş çıkış oluyor. Bazen doktora sizin idealiniz, bazen de hayattaki bütün sorunların kaynağı gibi geliyor. Peki bir insan bunu neden yapar ya da bu gerçekten böyle mi olmalı?
Bu yazıyı günün hangi saatinde okuyorsanız okuyun şundan emin olabilirsiniz: Bir doktora öğrencisi şu an doktora çalışması için laboratuvarında, ofisinde, evinde çalışıyordur. Hatta İTÜ için konuşmak gerekirse, her fakültede 24 saat boyunca en az bir doktora öğrencisinin çalıştığına eminim. Çünkü bize doktoranın böyle yapılması gerektiği öğretildi. Peki gerçekten böyle mi olmalı?
Doktora çok ilginç bir süreç ve bana en ilginç gelen kısım, doktoranın kendisinin de bir doktora konusu olabilmesi. İlerleyen yazılarımda bu çalışmalardan da bahsedeceğim. Ancak şimdi size yakın zamanda yaşadığım bir aydınlanmadan bahsedeceğim. Önce şunu sorayım: Daha önce hiç “CEO olmaya giden yol”, “CEO gibi yaşa” ya da “CEO olacak çocuk” gibi kişisel gelişim kitapları gördünüz mü? Ben çok gördüm, birçoğunu da okudum. (Telif yememek için kitap isimlerini uydurdum 😂). Peki dünyada gerçek anlamda kaç CEO var? “Gerçek” diyorum çünkü CEO normalde halka arz olan şirketlerde gerekli bir pozisyondur. Amerika’da bile sadece 20.000 şirket halka arz olmuş durumda. Kabaca iki sıfır daha koysak 2.000.000 CEO var diyelim. Yani dünya nüfusunun sadece 10.000’de 2’si CEO. Peki kaç kişi PhD unvanına sahip? Dünya nüfusunun %2’si. Yani CEO sayısından 100 kat daha fazla. Türkiye’de de durum farklı değil: Nüfusun sadece %0,4’ü doktora derecesine sahipken 500–1000 civarı CEO olduğu söylenebilir.
Şimdi bu kadar açıklamayı neden yaptın derseniz, şunun için: CEO olma ihtimaliniz çok çok düşükken bu pozisyon için binlerce kitap, kaynak, yazı bulabiliyorsunuz. Ancak doktora süreciyle ilgili bir başucu kitabının bulunmadığını fark edince bir aydınlanma yaşadım. 11 yıldır akademinin içindeyim ve bu zamana kadar benden önceki doktorantların nelerle uğraştığını, nelerin onları zorladığını ya da neyin onlara iyi geldiğini hiç merak etmemişim. Kişisel olarak tabii ki üst dönemlerimle konuştum, ancak bunu bir kitap haline getirmiş birinden okumak aklımın ucundan bile geçmemişti.

PhD yolculuğu üzerine kitapların olup olmadığını araştırdığımda karşıma çıkan ve yeni başladığım bir kitaptan ilk izlenimlerimi paylaşayım: The A to Z of the PhD Trajectory. Kitabın yarısına geldim ve hala deneysel çalışmaya geçemedik 🤣. Kitap hala dinlenmenin, kendine zaman ayırmanın, planlı olmanın; gece gündüz çalışmanın değil, sistematik çalışmanın gerekliliği üzerine ilerliyor. Doktoranın sadece hayatın bir parçası olduğunu; eğer hayatını doktoraya adarsan başına gelecek olumsuzlukları çok net bir şekilde ortaya koyuyor.
Yurtdışında doktora yapan arkadaşlarımdan oradaki rahatlığı sık sık dinlerim. Türkiye’de doktora yapmak ile yurtdışında doktora yapmak arasında “kolaylık” açısından ciddi farklar olduğunu biliyordum. Ancak bu durumun aslında bir kültür meselesi olduğunu bu kitapla fark ettim. Bizden farklı olarak, hayatlarını doktoraya adamamaları gerektiğini, doktoranın da sadece bir iş olduğunu, ama bu işin rahat bir zihinle yapılması gerektiğini öğrenmişler. Üretkenliğin laboratuvarda geçirilen saatlerle ölçülmediğini anlamış durumdalar. Yani en başta söylediğim OKB ya da Borderline benzeri bir duruma dönüşmesini istemiyorlar. İstedikleri tek şey sistematik çalışma. Her geceyi laboratuvarda geçirmenin, günün sonunda yapılan çalışmaya da kişiye de zarar verdiğini çok güzel kavramışlar.
Bizde ise tam tersine; kendini doktorana adaman, danışmanına feodal bir şekilde bağlılık göstermen ve özgür düşünce yerine kalıplar içine girmen dikte ediliyor. Çok fazla detaya girmeden söyleyeyim: Birçok arkadaşımın danışmanları tarafından üstü kapalı veya açık bir şekilde doktorasıyla tehdit edildiğine şahitlik ettim. Bunun bir mobbing olduğu ayrı bir konuyken doktorantların bunu kabul etmesi ise içler acısı bir durum.
Doktora özünde çok güzel bir süreç. Yeni bilgi üretmek kadar insanı tatmin eden çok az şey vardır. Ancak insan kendini bu sürece kaptırır ya da kaptırması gerektiği dikte edilirse, doktora öğrencisi hayattan soyutlanmış, iletişim becerileri zayıf, kendi dünyasında yaşayan birine dönüşür. Bu kişi bir üniversiteye öğretim üyesi olarak girdiğinde, öğrencilerini de kendi kalıbına zorlar. Bu durum zincirleme olarak hep kötüye gider. Benim yıllar içindeki gözlemim, kendisi “çekmiş” bir öğretim üyesinin farkında olarak ya da olmayarak yine “çektirmeye” çalıştığıdır.
“Biz babamızdan böyle gördük” yaklaşımı akademiyi mahvediyor. Akademinin inovatif olması gerekirken, fikir üretmeye açık olması gerekirken ve geçmişten ders çıkarması gerekirken düştüğü durum çok kötü bir noktaya gidiyor. Her konuda yurtdışını örnek alan; hatta bazı unvanların yurtdışına gitmeden verilmediği güzelim yükseköğretim sistemimizde, danışan–danışman ilişkisinden başlayarak doktora sürecinin yeniden gözden geçirilmesi ve doktorantlara neden bu kadar hassas davranılması gerektiğinin tartışılması şart.
Sonuçta doktora, hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir öğrenme yolculuğu. Bu yolculuğun değerini korumak için sistemin değil insanın merkezde olduğu bir yaklaşım şart. Bunca gözlem ve yaşanmışlıktan sonra şunu anladım: Doktora yalnızca akademik bir derece değil, aynı zamanda kişisel bir yolculuk. Ve bu yolculuğu sağlıklı, üretken ve insan kalabilerek tamamlamak, belki de doktoranın kendisinden çok daha değerli. Eğer doktorayı daha insani, daha üretken ve daha özgür bir sürece dönüştürürsek, sadece akademiyi değil, ülkenin geleceğini de dönüştürebiliriz.

İlk blog çalışmalarımı 2011 - 2012 yıllarında yapmıştım. O dönemde saatlerimizi Facebook'ta geçiriyorduk henüz Twitter bu kadar yaygın değil, instagram belki bir fikir halindeydi. Facebook'ta gündeme dair uzun yazılar, arkadaşlarımın yorumları ve bazen de şimdiki X gibi kullanıyordum. Facebook o kadar büyümüştü ki bütün internetin Facebook'tan ibaret olacağını düşünüyordum. Ancak o dönemki ilgi alanlarımla ilgili düzenli yazdığım bir sitenin iyi olacağını düşünüp bir blog kurmuştum. O dönemde de blog yazımının ölüp ölmediği tartışılıyordu. Kişisel bloglar kişilerin kafasına göre yazdığı içerikler ile doluydu. Düzenli yazılan birkaç blog vardı belki ama çoğunluğu belli bir içerik üzerine odaklanmıyordu. Yurtdışı blogları ise çeşitli gelir elde etme metotlarını kullanmak amacıyla düzenlenmeye başlamıştı. Belli alanlarda tecrübe paylaşımı yapan vardı ama onlara ulaşmak için güçlü SEO'lu ticari siteleri aşmanız ve Google'ın 15. sayfasına gelmeniz gerekiyordu. Bütün bunlar ben dahil birçok kişinin kendi blogu ile uğraşmasını anlamsızlaştırdı. Şu an 2025 yılının ikinci yarısındayız ve bloglara önceden olduğundan çok daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü X'in bir yankı çemberi oluşturduğu, Instagramın gerçeği yansıtmadığı bir dönemdeyiz.
Ben ansiklopedi karıştırmış son neslin üyesiyim. "Hello Gen-Z". Bilgisayarını derslerime de yardımcı olur diye aldıran ilk neslin üyesiyim. "Hello Boomer". O dönemde bize söylenen bir söz vardı: "Bilgiye ulaşmak artık çok kolay". Bu cümleyi 145 ile internete bağlanabildiğimiz için söylemişlerdi bize. Şu anki bilgiye ulaşma hızını tahmin bile edemiyorduk. Ancak bilgiye ulaşırken gerçek kişisel deneyimlere ulaşmak inanılmaz zorlaştı. Sadece çok kısıtlı bir çevre ile iletişime geçiyoruz. Instagramdaki pozları gerçeklik olarak algılıyoruz. X'teki yankı odamızda kendi düşüncelerimizin tekrarını izliyoruz. Peki ya bilmediğimiz hayatların tecrübelerini neden bu kadar çok merak ediyoruz? Psikologların yazdığı diziler ya da Katarsis tarzı youtube programları neden bu kadar tutuyor? Çünkü insanın evrimi için başkalarının hayatını da tecrübe etmesi gerekiyor. Bunun en klasik versiyonu dedikodudur. "Hello Harari".
İşte burada bloglar yeniden devreye giriyor. Kişilerin kendi tecrübelerini mavi tik olmadan uzun uzun anlatması bizim kendimiz için çıkarabileceğimiz dersleri görmemizi sağlar diye düşünüyorum. Ayrıca bloglarda ifade etmek istediğimizi zenginleştirme araçlarına da sahibiz. Bu da düşünceyi aktarmak için çok güzel bir araç sunuyor.
Yani bloglar gerek mevcut sosyal medya kısıtlarını elimine ediyor hem de daha kişiselleştirilebilir bir alan sağlıyor. Mesela sosyal medyada içerikler kısa, yüzeysel ve hızlı tüketiliyor. Bloglar ise uzun düşüncelerin, deneyimlerin ve alternatif bakış açılarının yaşadığı alan. Yapay zekanın bilgi verme gücü ne kadar yüksekse bence bloglar da kişisel tecrübeyi aktarmak için o kadar güçlü. Eğer bu yazıyı okuyorsanız ve henüz tanışmamışsak benim bu düşüncelerime ancak bu yazı sayesinde ulaşabilirsiniz. Bir de isterseniz favori yapay zeka aracınıza bir kişi neden blog yazar diye sorun. Söylemek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bununla birlikte blogların onları yazana da çok büyük faydası var. Benim gibi bir akademisyen adayıysanız hem düşüncelerinizi toplamanızı sağlıyor hem de kişisel bir düşünce arşiviniz oluyor. Neler yazmışım, neler düşünmüşüm demek için bile blog yazılabilir. Bu şekilde kendi gelişiminizi takip edebilmek için zihinsel laboratuvar görevi görüyor. Özellikle doktora yapıyorsanız blogları bir doktora günlüğü gibi de düşünebilirsiniz. Tecrübelerinizi aktarmak size çok iyi gelecek, buna emin olabilirsiniz. Ayrıca kişisel görünürlüğünüzü de artıracak.
Bloglar hem okuyana hem de yazana nefes aldırıyor. Bu yüzden yazmaya devam ediyorum. Ya da diğer bir deyişle biz blog yazmaya yeni gelmedik geri geldik 🤣

Bence bir yılda iki yılbaşı var. Birincisi 31 Aralıkta dünyaca kutladığımız, diğeri ise okulların açıldığı gün. İlkokul, Ortaokul, Lise ve Üniversite'nin ilk günleri çok heyecanlı olurdum. Hem arkadaşlarımı tekrardan görmek hem de yeni başlangıçlar için bir fırsat olarak düşünürdüm. Ancak iş hayatına başladıktan sonra, sorumlulukların artması ile akademi içinde olmama rağmen, okulun ilk gününü farketmediğim oldu. "Bugün neden bu kadar kalabalık ya!" dediğimde "Okul başladı" cevabı ile karşılaşmıştım geçen sene.
Çalışmaya odaklanmak, bir şeyleri yetiştirmek için efor harcamak belli bir dozda oldukça gayet güzel; ancak kendinizi kaybederseniz sizin için sirenler çalıyordur ve siz bunu farketmezsiniz. İşte bu nedenle yeni bir akademik yıla girerken bazı kararlar için zaman gelmiş olabilir. Bu kararlar çok büyük olmak zorunda değil ancak sizi mutlaka iyi hissettirmeli. Bu, "Doktora" klasörünün toparlanması olabileceği gibi yeni bir günlük plan ya da tezin yönünün yeniden şekillenmesi de olabilir.
Bu "yeni başlangıç"ları hayatımıza dahil etmek, bize ilerlememiz için bir alan sunar. Gelişime açık yerlerimizi farketmemiz, farkında olduklarımızın da gelişmesi için harekete geçmek için fırsatımız olur. Yeni dönem yeni umutlar için güzel bir fırsat sunabilir. Ben bu dönem ertelediğim birçok şeyi yapmaya karar verdim. Sürekli ötelediğim internet sitelerini hayata geçirmeye başlıyorum. Blog yazmak benim için hep değerli olmuştu burada bu yazıyı yazmam bile benim için çok kıymetli. Tabii ki akademik olarak ilerlemek için aldığım kararlarım da var. Özellikle işbirlikleri ile çalışma alanımı genişletmek, yeni konular öğrenmek, daha önce hiç katılmadığım konferanslara katılmak, önceki çalışmalarımın makalelerini yazmak gibi hedeflerim var. Ancak hayat sadece akademik alandan ibaret değil. Bir doktora öğrencisi olarak tek odağın tez olması sizi yıpratır. Bu nedenle mutlaka hayatın diğer yönlerini besleyecek hedefleri de koymak gerekiyor.
Akademi dışında yeni dönemde yapmak istediklerim ise düzenli olarak spora gitmek, roman okumaya dönmek ve daha önce denemediğim bir hobiyle ilgilenmek. Geçtiğimiz yıllarda yaptığım en büyük hata tek yönlü bir gelişmeye odaklanmamdı. Sadece akademik olarak gelişime odaklanmak kısır bir yaklaşımdı. Basketbol oynadığım dönemde koçumuz bize sadece basketbol oynayarak gelişim gösteremeyeceğimizi söylerdi. O dönemde bunun ne anlama geldiğini anlamazdım. Çünkü o dönemde çok hızlı gelişim gösteriyordum. Ancak biraz ara verip bir ay boyunca bütün gün yüzdükten sonra antrenmalara geri döndüğümde ikili mücadelelerde çok daha güçlü durabildiğimi fark etmiştim. O an koçun dediğini anladım. Sürekli yapılan aktiviteler belli bir süre sonra gelişime değil körelmeye neden oluyordu. Ancak zaman içinde bunu unuttum ve sadece akademik olarak gelişime odaklandım. Sonucu benim için ağır oldu. 35 yaşında kalp krizi geçirdim ve hayata iki stent ile devam etmem gerekiyor. Bu nedenle hayata küçük dokunuşlarda bulunarak daha mutlu, umutlu ve sağlıklı olmak mümkün diye düşünüyorum. Belki yeni bir rutin ya da kendine ayırdığın günlük 15 dakika bile yeterli olur. Yeni dönem işte bu küçük dokunuşlarla başlar.
Belki hepimiz kendi küçük başlangıçlarımızı bu dönemde yaparız. Çünkü umut dediğimiz şey, aslında küçük adımlarla inşa edilen büyük bir yolculuktur. Herkese mutlu olacağı güzel bir dönem diliyorum.